24 Aralık 2021 Cuma

p a r ç a l a r ı m ı z

 

 


 

İki yalnız birbirini arıyor zifiri karanlıkta. 

İkisi de biliyor orada olduğunu diğerinin, çağrısı içinde titreşiyor, 

hiçliğin ortasında yalnız ona çekiliyor -Yoksa ne var yerinden kıpırdayacak.

 

Karşılaştıklarında her şeyin, hiçliğin ve varlığın 

anlam kazanacağına inanıyorlar. 

Karşılaştıklarında artık iki yalnız olmayacaklarına, belki öylece kavuşup 

birbirine, öylesine sıkı sarılıp, öylesine iç içe geçeceklerine, 

bütünleşeceklerine inanıyorlar. 

Ve tüm boşluğu kaplayacak kadar genişleyeceklerine, 

tek bir karanlık nokta dahi kalmayacak kadar ışıldayacaklarına…

  

Hesaplamadıkları bir şey var, 

aydınlık umudu karanlığı çekilmez kılıyor zamanla. 

Bu ikisi birbirine çekilmeye devam ettikçe, minik titreşimlerle başlayan 

hareketleri hızlanıyor ve kıpırtısızlıklarından uzaklaşıyorlar.

Eski, belki biraz da sıkıcı -oradayken öyle gelmese bile- 

boşluklarından uzaklaşıyorlar. 

Karanlık ümitlerini kırıyor, yumuşaklıklarını hızla kaybediyorlar.

Ve yakınlaştıkça aralarındaki çekim öyle kuvvetleniyor, 

zaman öyle hızlı akıyor ki, nihayet karşılaştıklarında 

-yavaşlatıcı ya da itici başka bir güç olmadığından- 

birbirlerini paramparça edecek kadar büyük bir şiddetle çarpışıyorlar.

 

Herbir parça yanarak saçılıyor her yere. 

Hayal ettikleri gibi bir bütün olarak genişleyerek değil, 

parçalarıyla aydınlatıyorlar zifiri karanlığı ilk kez.

İki yalnız olmaktan çıkıp, birbirine sarılamadan dağılmış, 

iç içe geçemeden savrulmuş, hangisinin hangisinden koptuğu 

çoktan karışmış parçalara dönüşüyorlar. 

Fırlayıp gitmiş ve karanlık boyunca gitmeye devam eden iri parçalar.

Yanmaya devam eden ufak parçalardan kopan sönmüş, 

soğumuş ufak parçalar.

Daha ufak parçaların parçaları ve parıldayan, sönen minik kıvılcımlar.

Herbiri hareket halinde, sarılmak umuduyla, çarpışmak, 

parçalanmak ve yeniden dağılmak için her yere 

-karanlık tek bir nokta dahi kalmasın diye- çekiliyor her an diğerine. 

 

Ve bu parçacıklardan birinde zaman sonra, 

bir damla kıpırdandığında hayat oluyor adı. 

Derken bir damla daha, can. Bir damla daha, insan.

Minicik bir damlayken kıpırdanıp çekiliyor ana rahmine 

ve büyüyor zifiri karanlığın içinde. 

Biliyor orada olduğunu yaşamın, çağrısı içinde titreşiyor, 

hiçliğin ortasında yalnız ona çekiliyor -Yoksa ne var yerinden kıpırdayacak. 

Ve sığamayacak kadar yayıldığında her yere, yırtıyor karanlığı.

Onun yolculuğu, tıpkı iki yalnızın birbirine çekilmeye başladığı 

o ilk zamanlara benziyor. 

Başlarda yitirmediğinden yumuşaklığını, 

çarpışıp parçalanmadan dokunabiliyor çekildiğine. 

Karanlık bir umutsuzlukla katılaşmadan, sarılıp, iç içe geçebiliyor, 

çoğalabiliyor istediğinde. 

Ve aynı yumuşaklıkla birleştiğinde zaman önce koptuğu parçasıyla, 

yok olmanın aksine, tıpkı o zaman önce dağılmış minik kıvılcımlar gibi 

yayılıyor her yere. 

 

Fakat hesaplayamadığı bir şey var, unutuyor her şeyi.

Durumun ciddiyetini, ne kadar uzun bir yoldan buraya geldiğini 

ve ne kadar büyük bir şeyin -hatırı sayılmayacak kadar 

küçük olduğunu sandığı- büyük bir parçası olduğunu.

Her gece gökyüzüne bakıyor ama unutuyor 4,5 milyar yıl evvel 

kendinden kopan o parçanın halen nasıl da ışıldayarak yanından 

ayrılmadığını, onu hiçbir zaman zifiri karanlığa terk etmediğini.

Çok daha uzun zaman önce kopup fırladığı o ateş parçasının etrafında 

bir tur daha döndüğü için kutlama yapıyor ama unutuyor 

her an alev alev yanan şeye çekilmeye devam ettiğini.

Ve tam kalbinden doğduğu, üzerine evini kurduğu o parçanın 

tüm bu başından geçenlere ve her an çektiği ıstıraba rağmen 

halen nasıl da çabalamaya devam ettiğini… 

Unutuyor. Uyuşmuş, hissedemiyor artık. 

Her şey geri alınabilir, başkaları tarafından önlenebilir, 

önleyemeyen suçlanabilir sanıyor. 

Geçmişin onsuz geçtiğine, geleceğin ona zaten denk gelmeyeceğine inanıyor.

Dinlediği masalları beğeniyor, anlatıcıyı alkışlıyor ve iyi dilekler dileyip 

uykuya dalıyor.   

Göğsünün ortasındaki zifiri karanlıkta çırpınan o minicik, sıcacık 

ve yumuşacık şeyin, tam da şu ana gelebilmek için ne mücadeleler verdiğine 

kayıtsız kalıyor. 

Karanlıkta katılaşanların hırslarına feda ediyor onu ve parçası olduğu her şeyi.

 

Bakmasa zifiri karanlığa…

Her şeyin bir olduğunu, birbirinden doğduğunu ve herbir parçanın birbiriyle 

-en büyüğünden en küçüğüne kadar- her an etkileşimde olduğunu hatırlasa… 

Her şeyin minik bir kıpırtıyla başladığını hatırlasa, her şeyden evvel, 

her kıpırtısız kaldığında…

Minik kalbini ne aydınlatıyor, ne çoğaltıyor, nereye 

ve kime doğru çekiliyor, hatırlasa…

Teslim olduğu çekimin git-gellerini fark ettiğinde, 

etrafında türeyen gel-gelcilerin çekimine kapıldığını anladığında, 

her şey bitti sanıp durduğunda ve yeniden başladığında, 

önce her şeyi başlatan o ilk kıpırtıyı hatırlayıp, 

ardından asıl içini titreteni bulmaya koyulsa…  

 

Hiçbir şey bitmedi henüz 

ve hiçbir şey başlamadı da, 

iki yalnız halen birbirini arıyor zifiri karanlıkta.

 

30 Ocak 2021 Cumartesi

Görmesem üzülürdüm.




Ben burayı görmeseydim çok üzülürdüm.                            

                                                                                                                                                      

Dünyayı bilmeseydim, bir bedeni onca yıl oradan oraya sürüklemeseydim kim bilir nerelerde kahrolurdum kederimden. 

Hiç bilmeseydim yaşam ne demek, yaşamak ne demek, insan ne demek. Onca muhteşem, onca korkunç insanı bir arada tanımasaydım, varlıklarından dahi haberdar olmasaydım, kim bilir şimdi zamanın neresinde, evrenin neresinde topallıyor olurdum. 


Bilmeseydim ağaç ne demek, toprak ne demek; dün diz dize oturduğumu bugün buz gibi toprağın altına koymak ne demek. Yas ne demek, neşe ne demek. Yirmilik diş ağrısı, tırnak düşmesi, saç dökülmesi, bel tutulması, kalp kırılması ne demek. Yumuşacık yavru bir kedinin boynuna sokulup, mışıl mışıl mırıldanması ne demek. Çıplak ayak basmak yere, taşımak bedenini ağırlığını dizlerinle, karnınla, omurganla ayakta durabilmek ne demek. Tökezleyip düşmek yere, düşüp yeniden kalkmak ne demek. Gün doğumlarını gün batımlarından ayıramayacak kadar aşık olmak güneşe, kafanı camdan uzatıp mis gibi havayı solumak ne demek. Suyun buz gibiliğinden kesilen nefes, heyecandan terleyen avuç içleri, ense tüylerindeki tuhaf ürperti, uykuyla uyanıklık arasındaki o derin boşluktaki sıçrama, açlıktan guruldayan karnın gülünç hafifliği, fazla düşünmekten şakaklara giren ağrılar, özlemekten sızlayan burun kemikleri, beklerken zamanın geçmek bilmeyişi, bazen de çuvaldan boşalan çakıl taşları gibi dökülmesi zamanın peşi sıra üzerine, zaman ne demek. 

Koşmak, koşmak, ciğerlerin yanarcasına koşmak ne demek. Bacaklardaki ritmik seğirme, hıçkırık, esneme. Yuva ne demek. Aile. Düşündükçe aklımı kaçıracak gibi oluyorum, sevgi ne demek, sevgi! Evvelinde hiç tanımadığın birini günün birinde kendi içinden doğmuş gibi sevmek ne demek. 


Ben buraya gelmesem, burayı kendi evim bilmesem çok gücenirdim.


Anlatılanları hayretle, belki de hasetle dinlerdim; “Kar yağıyor, yapraklar kızarıyor. Elma var, Amasya elması. Kestane var mesela, suda bekletince çok güzel oluyor. Kelebekler ve balıklar var rengarenk. Çekirdekler var, onlar da suda bekletilince kök salıyor.  Öyle bir toprak var ki, durmadan yaşam fışkırıyor. Hiç ama hiçbir şey kaybolmuyor, yeniden, dinlenmeden yeni bir yaşama dönüşüyor.”

Herhalde dayanamayıp kıvranarak şöyle derdim, “Bir gidip görsem?”

Tabii henüz bilmiyor olurdum kıvranmak ne demek. Küçülüp eciş bücüş olmak ne demek.

“Bir insan yaşı kadar yaşayıp geliversem, ne olur. Hiçbir şeye ellemesem, bozmasam. Bakınıp gelsem sade?”

Ola ki geldim, zaman sonra geri döndüğümde tüm sıkkınlığı ve merakıyla beni bekleyenlere anlatırdım olan biteni. 

“Koca koca yıllar devrildi üzerime, içimde bir sürü ölümler gördüm.”

Evet, böyle başlardım söze muhtemelen çünkü biraz olsun duymuş olurdum şiir ne demek, müzik ne demek. 

“Bir sürü yeni yaşamlar gördüm. Ayrılıklar, ağlayışlar. Hak arayan haksız bağırışlar, sessiz yakarışlar.

Evvelinde bir sürü ben gördüm kendimden ayrı. İyisiyle kötüsüyle bir sürü bana benzeyen. 

Tesadüfen orada olanlar, ebediyete kadar toprağını savunacaklar. 

Yanlışlıkla bir beni sevdim, haylaz, biraz da yaramazdı o. 

Bir benden nefret ettim, kibirli ve arsızdı o. 

Bir benden kaçtım durdum, ümitsiz, çok ümitsizdi o. 

Bir ben vardı çok üzgün, ona öyle kötü davrandılar ki üzülmekten zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Bir ben çok öfkeliydi, intikam almak için kurdu saatini, alarm çaldığında çoktan yaşlanmıştım. 

Yani ben dünyada ne gördüm derseniz bunca zaman, insan olmayı biraz olsun deneyimleyebildim ama yaşama dair pek az şey gördüm. Ben ve benim gibiler arasında sıkıştım kaldım. Unuttum, amacımdan şaştım. Nihayet gidecek yer kalmadığında, beni hepten boş verdim. 

İşte o zaman, koca bir dünya gördüm benim dışımda. 

Öyle bir zamanına denk düştüm ki yaşamın, kurumadan yetiştim sulara. 

Sönmeden güneşte, dinmeden karda, yağmurda yuvarlandım. 

Tam kafamı kaldırıp dünyayı sahiden görme umuduyla baktığımda, gördüm ki yine buradayım.”


Belki böyle olmuştur, belki de değil, bilmem. Belki bir kez, belki bir kez daha görmek için gelmişizdir ve bu son seferdir belki. Hiç bilemem. Bildiğim tek şey, bu dünya çok güzel kendimizden kafamızı kaldırdığımızda. Ve bir şey daha var aslında, konuşmam tam burada bitmezdi. Burun direği sızlamasını, sıcak gözyaşı süzülmesini hatırlar, kıvranırdım bir kez daha, “Bir daha gitsem?”





11 Nisan 2020 Cumartesi

Açlık oyunları diye oyun mu olur?



“Bu dünya çok güzel, bölüşmek şart.
Bu dünya çok büyük, bölüşmek şart.”
Bedri Rahmi Eyüboğlu 
                                                                  



Sokağa çıkma yasağı ilan edildi, haftasonu için, iki günlüğüne. İşler kontrolden çıkıyor, virüs yayılmaya devam ediyor diye. Ya da sadece, haftasonu hava güzel olacak diye. İnsanlar ekmek, pırasa, gofret, kola almak için virüsü unuttu. Salgını, hastalığı unuttu, sokaklara koşuştu. İnsanın, en yalın haliyle saf endişeden oluşan bir canlı olduğu bir kez daha anladık. Biz önlemimizi çoktan almıştık, diyenler dışında, herkes fena halde paniğe kapıldı. Yasaktan iki saat evvel haber verildi diye böyle olduğunu düşünenler oldu. Oysa ki, bu yalnızca paniğin şiddetini arttırdı. On gün önce söylenseydi de, eminim ki o son iki saat aynı manzarayla karşılaşılacaktı. Tepki yine aynı olacaktı. Aynı insanlar yine sokağa dökülecek, yine hastalığı kapacaktı. Neticede, hiçbirimiz erteleme hastalığından muzdarip değilmişiz, tüm önlemleri olacaklardan evvel alıyormuşuz, her işimizi son dakikaya bırakmıyormuşuz gibi, insan denen canım canlının panik halinde neler yapabileceğini kestiremiyormuşuz gibi şaştık kaldık gördüklerimize.

Bizim evde de yumurta bitti günler önce. Yoğurt, domates, biber, yeşillik hepten bitti. Olmasa da olur, idare ederiz, dedik. Biraz duralım. Uzun yıllar yalnız yaşadığımızdan, ikimiz de idmanlıyız evde ne varsa birleştirip yemeğe dönüştürmeye. Buzluktan çıkan haşlanmış nohutlar, şöylemesine bir patates yemeği, bulgur pilavı yanına kızarmış sebze ya da pirinç pilavı üzerine donmuş bezelye, soğan çorbası yahut salçalı makarna. Mercimek ya da ezogelin çorba. Hiç yoksa, bir demlik çayla, içinden çıkılmaz bir uğraşa kendini kaptırıp bir süreliğine yemek yemeyi tamamen unutma. Fakat bugünlerde son söylediğim pek mümkün olmuyor. Kiminle konuşsam, sürekli açlık hissettiğinden yakınıyor. Belki gün içinde sürekli maruz kaldığı yiyecek görüntülerinden, belki de doymuşluğun rahatlığı, karnı tok olmanın konforu bugünlerde içimizde pek uzun durmadığından, ocaklarımızda sürekli bir şeyler pişiyor. Belki de en temel duygumuz, korkumuz, bizi ilkelleştiriyor; kendi çatımızda, yuvamızdayken bile, açlık hissiyle uyanık tutup, durmadan sandığımız kadar güvende olmadığımızı fısıldıyor.

Dün Çağlar aradı. Uzun zaman sonra sesini duyduğumdan mı, düğününü kaçırıp -unutup- gidemediğimden mi bilmiyorum, duygulandım. Doğrusu bugünlerde kiminle konuşsam burnumun direği sızlıyor. İçimden sebepsiz bir ağlamak geliyor. Ya da yersiz bir sevinçle, seni çok sevdiğimi biliyorsun değil mi, unutma olur mu, gibi şeyler söyleme isteği. Çağlar, hastalanırsam köpeğime kim bakacak, diye yakındı konuşma arasında, virüslü evime gelip kim mamasını verecek kızımın? Ben gelir alırım, dedim, hastalanmazsam, hem Pina’yla da arkadaş olurlar. Anlaştık. Yalnız, mama yerken biraz sinirlenebiliyor, dedi Çağlar, önünden yemeğini alırsan saldırabilir. Ne yalan söyleyim, bugünlerde ben de, dedim, önümden yemeğimi alırsan, sanırım ben de saldırabilirim. Gülüşüp kapattık. Özlemim yatışsın diye, her günü birlikte geçirdiğimiz fotoğraflara sarıldım. Çok geçmeden, birkaç saat sonra, sokağa çıkma yasağı ilan edildi ve herkes marketlere, fırınlara koştu. Birbirinin önündeki yemeğini alanlar, birbirlerine saldırmaya başladılar, tıpkı konuşmamızdaki gibi. Bir çeşit açlık oyunlarındaymışız gibi, haberlerde caddelerden kalabalık görüntüler paylaşıldı, kalan saatler, dakikalar sayıldı. Sakinler sükunetiyle, ne olup bittiğini anlayamayanlar akıl sağlıklarıyla sınandı. Bense, gün ışıyana kadar mutfağı ovaladım yine. 

Hep bildiğimi sanırdım ama meyve sebze konusunda sandığımın aksine, hiçbir şey bilmiyormuşum. Ömürlerini bilmiyormuşum ilkin. Mutfakta fena bocaladım. Her şeyi çürüttüm. Her şeyi. Domatesi, biberi, salatalığı, yarın yaparım diye sakladığım bir avuç yeşil fasülyeyi. Öyle stok yapar gibi fazla fazla da değil, sayıyla almıştım hepsini oysa. Haftada bir markete gidecek gibi, ne bileyim, her güne bir yemek yapabilecek gibi, yarım aklımla hesaplayıp böbürlenmiştim üstelik eşe dosta. Her gün ayrı bir yemek yiyecek kadar iştahlı olamadık mı acaba, ya da o gün pişen yemeğin ertesi güne de kalacağını mı düşünemedim? Her şeyi sabunla yıkayıp sakladığımdan mı böyle çabuk çürüdüler yoksa, bilemedim. Mandalina, portakal, elma, hatta limon bile çürüdü. Eskiden bu kadar çabuk çürümüyorlardı sanki, belki de her şey olması gerektiği gibi ama ben afalladım. Belki de bir hafta sandığım kısacık süre, iki haftadan biraz daha uzun sürdü, hesaplayamadım.

Çürümüş şeylere karşı tuhaf, neredeyse coşkulu bir ilgim olmuştur her zaman. Dokunmayı, incelemeyi, fotoğrafını çekmeyi, resmini çizmeyi; sonra onları toprağa atıp böceklenmesini, toprağa karışıp gitmesini, toprağınsa kendinden çıkan şeyi sorgusuz sualsiz kabul edişini izlemeyi çok severim. Bu bana her seferinde yaşamı tekrar hatırlatır. Entropiyi; canlı olan her şeyin böyle ufacık bir zaman diliminde -kendine göre- canlılığını yitirmekte, yaşama karışmak için biçim değiştirmekte oluşunu tekrar hatırlatır. İlk kez elim gitmedi. Tazesini bulup satın almakta zorlandığım tüm o yiyeceklerin çürüdüğünü görünce içim titredi. Ne inceleyebildim, ne toprağa atıp izleyebildim. Buzdolabının sebze bölümleri, çiçek desenli kilitli poşetler, havalı saklama kapları, hiçbiri hiçbir işe yaramadı bu sefer. Zamanı dondurucuda bekletemedim.

Öyleyse ben toprağa karışacağım, dedim bugün. Hayattayken hem de. Çürümeden. Madem ki bu süreç böyle uzayıp gidecek, bu açlık oyunları böyle devam edecek, öyleyse çürüme ve çürütme sanatının sırası değil şimdi, şimdi ekip biçmek lazım. Yiyebileceğin kadarını kendi bahçendeki, balkonundaki, pencerendeki saksıda yetiştirip, artanı da çürütmeden komşulara dağıtma zamanı. Bahar kapıda, havalar da usulca ısınıyor işte. Nefis. Tam ekip biçme zamanı. Belki bir mucize olur, toprak elektriğimizle birlikte endişemizi, paniğimizi de alıp götürür. Kısacık ömrümüzde, hiç yoktan, kendimize yetecek kadar üretebilmeyi, elimizdekiyle yetinebilmeyi öğreniriz.
Ya da hiç yoktan, kuşlar konar penceremize, iki muhabbet ederiz, fena mı?





3 Nisan 2020 Cuma

Karantinada “Durmak”


Kirli, soğuk, kasvetli günlerin ardından, güneş yüzünü gösterdi de, kapıya çıkıp biraz nefes aldım bugün. Kuşların cıvıltılarını dinledim. Ayvanın çiçeklenişine sevindim. Ihlamura sarıldım. Onların yerli yerinde duruşu, biraz olsun umutlandırdı kalbimi. Baharın her şeye rağmen gelişi, kaygılarımı, sancılarımı biraz olsun yatıştırdı, dinlendirdi. 

Günlerdir yazı yüklemiyorum. İçimden gelmiyor. Çocuksu bir heyecanla adına, “Günlerin Yuvarlanışı” dediğim ve tüm eski yazılarımı toparlamak için açtığım bu siteye, sanıyorum artık yeni yazılar yükleyeceğim. Eskilerden, bu zamana dair paylaşmaya değer pek bir şey bulamıyorum çünkü. Üstelik, bu alışılmadık günleri, hiçbir şey hissetmiyormuş gibi davranarak geçirmeyeceğim.

Ben yazı yüklemedikçe, heyecanla bekleyen alışmış mesajlar da bıçak gibi kesildi birden. Bu beni az da olsa, alışmak konusunda düşündürdü. Belli ki yeniye alışmak kimse için kolay değil. Öyle bir haftada, iki haftada düzene girecek bir şey değil. Hele ki anlamadığına alışmak, olacak iş değil. 

Günlerdir, ufak tefek tavsiyeler dolaşıyor her yerde. Ödevler listesi diyorum onlara ben. İlkin, uykunu al, diye başlıyor liste. Uykunu mutlaka al, en az altı saat. Erken kalk, mutlaka. Yeni güne güzel bir yogayla başla, aman ha, sakatlanma, sakın hastanelik olma. Sonra içe dön, kendini dinle, duayla, meditasyonla. Şu kitapları oku, bu filmleri izle, çocuklarınla şu etkinlikleri yap, şu oyunları oyna. Şu yemekleri yap, mutlaka ekmek yap, mutlaka, bunların hepsini mutlaka yap. Resim yap, çöp adam bile çizemesen de. Roman yaz, şiir yaz, olmadı günlük tut, en güzel kalemlerinle. Herkesi her gün ara, görüşmekten kaçındıklarını bile. Müzik dinle, şu şarkıları mutlaka dinle, şu saatlerdeki canlı yayınları mutlaka izle. Temizlik yap, bol bol temizlik yap, karbonatla, sirkeyle. Mutlaka alışveriş yap, mutlaka yap, evden çıkmasan bile. Her gün yap. Her gün mutlaka bir şeyler yap… 

Ödev gibi listelerle güne başlamak, evet, başlarda o büyük boşluğa düşmekten daha iyi bir fikir gibiydi ama ya sonra? Evet, elbette bunların hepsi iyi niyetli tavsiyeler, bunların hepsi elbette olacak. Herkes, zaman içinde, farkında olmadan, kendine yeni uğraşlar bulacak. İçinden gelerek yapacak zaten herkes bunu. Fakat bu listelerde arayıp bulamadığım tek bir şey var; Durmak. Tutamadım kendimi, “Biraz yavaşlasak mı?” deyiverdim bugün bir arkadaşıma. Neden böyle oldu? Neler oluyor, neler olacak? Oturup düşünsek mi biraz? Biraz dursak mı yani? Dursak mı biraz? Tüketmeyi durdursak mesela, en başta. Satın almayı biraz durdursak. Nasılsa evde oturuyoruz, yoga yapıp, film izliyoruz diye, porselen yemek takımları ya da cilt bakım ürünleri sipariş etmesek mi biraz? Bir başkasının sağlığını düşündüğümüz için evden çıkmadığımız bu acayip günlerde, yan gelip yattığımız kanepede, bir başkasını çalıştırmaya devam etmesek mi? Dursak mı yani kısaca? Yangın alarmı çalıyor, şu televizyonun sesini biraz kıssak mı? Nefesimize göz dikmiş küçük yeşil canavar etrafımızda gezinirken, hiçbir şey olmamış, olmuyormuş, olmayacakmış gibi davranmayı durdurup, “Ne oluyor? Ne olacak?” diye sorsak mı biraz? 

Annem, “Bir şeyi bekliyor gibiyim, hiçbir şey yapamıyorum,” dedi geçen gün. Sanırım ben de öyle hissediyorum. Hastalanalım, iyileşelim, çabucak geçsin gitsin bu günler. Sonra da hayatlarımıza kaldığımız yerden devam edelim. Sahi, öyle mi olacak? 

Günlerdir tek bir kitabın kapağını dahi açmadım. Bir şeyler izleyerek kısa süreliğine aklımdakileri dağıtıyorum. Biraz durunca, az önce ne izlediğimi unutuyorum. Gün doğumuna kadar oturuyor, kaçırdığım haber bültenlerini, röportajları dinliyorum. Öğlene kadar uyuyorum. En az altı saat. Tanıdığım herkesin bir arada olduğu, özlem dolu rüyalar görüyorum. Bir gün akşama kadar temizlik yapıyorsam, diğer gün yerimden bile kalkmıyorum. Bir gün sadece yemek yapıyorsam, ertesi gün yemek yemeyi bile unutuyorum. Bir gece sabaha kadar ütü yapıyorsam, ertesi gece sadece duruyorum.
Biçimsiz bir minder gibi duruyorum. 
Kendimi geliştirmiyorum. Kaldığım yerden devam etmiyorum. Bir şeylerin fena halde yolunda gitmediğini biliyorum.



30 Mart 2020 Pazartesi

Pencereler



Annemden aldığım altın çilek fidesi 
kökleniyor.                                                                                                    
Arada bir onun köklerini seyrediyorum. 
Toprağa sarıldığını, filizlenip açtığını 
hayal ediyorum. 
Arada bir pencereye bir kumru konuyor. 
Biraz kalıp gidiyor. 
Pencere demirlerine, pimapenlere, 
çanak antenlere inanmıyorum. 
Yine de güzeller kumrular ve çiçekler.
Ağaçlar, atlar, kediler. 
Yaşayan kediler.
Ve bazı insanlar.
Mesela gürültü yapmayan insanlar. 
Uzaklara dalacak hikayesi olan 
sessiz insanlar. 
Topladığı kozalakları bir çırpıda sayıp, 
para üstü hesaplayamayanlar. 
Takvim yaprağına bakıp şarkı mırıldanan, 
şarkı söyleyerek uyanan, 
şarkısı olan insanlar.
Ve unutmayanlar. 
Özleyenler. 
Bekleyenler ne güzel.



29.01.2016 
Arnavutköy



29 Mart 2020 Pazar

Kendiliğindenlik Şarkısı





Zaman üzerine…                               

Yüzü, ruhu ve aklı birlikte olgunlaşan insanlar için zaman pek keyifli geçiyor olmalı. Ya da sadece yüzü olgunlaşanlar için. 

Hesaplaşma üzerine...

Düşün şimdi, hepsi bir odada toplanmış. Oturmuşlar bir toplantı masasının etrafında yan yana, seni bekliyorlar. Sen de nihayet gelmişsin, geçmişsin karşılarına. Hepsinin gözü sende, pür dikkat dinliyorlar. Diyorsun ki, “Afedersiniz ama ben sizi hayatımdan iyi ki çıkarmışım. Oh be!” Şimdi de açıyorsun pencereyi, açıyorsun kanatlarını, kuş gibi uçuşarak ayrılıyorsun o odadan. Bir düşünsene.   

Yansımalar üzerine…

Harika bir film izledikten sonra ya da bir kitabın tam ortasında, aynada kendinle karşılaşmak ne tuhaf. Başka biriyle doğrudan empati kurup, bir başkasının hikayesinde dolaştıktan sonra, içinde yaşadığın bedene yabancılaşmak, “Böyle bir şey vardı” demek kendi kendine.  “Ben vardım.” 

Aşk üzerine…

İnsan nihayet buluyormuş kendine en benzeyeni.

İnanç üzerine…

İnançlar sözlüğünü çok seviyorum. Hemen hemen herkesin bir tane var. Uğur böceğinin şans getireceğine inananla, kendiliğinden uyanınca gününün güzel geçeceğine inananı, önüne kuru bir yaprak düşünce özlediği birini arayanla, gözü uzaklara dalınca “gelecek var” diye çay suyu koyanı çok seviyorum. Öyle inanıyor ki buna, aksinin olması zaten mümkün değil.  

Aşk üzerine…

İnsan nerede görse tanıyormuş evini.

İletişim üzerine…

Neden durmadan konuşuyoruz? Neden sürekli bir şeyler söyleme ihtiyacı duyuyoruz? Hem de bu kadar çok kelime ile. Bu kadar kelime arasından arayıp bulup, nasıl en kırıcılarını seçebiliyoruz? Hiç konuşmadan, hiçbir şey söylemeden iletişim kurmaya çalışmak daha az kırıcı olmaz mıydı? Olmaz mı?

Şiir üzerine…

Ne zaman bir şiir yazmak gelse içimden, kalkıp kurabiye pişiriyorum.

Affetmek üzerine…

Eskiden birini affetmek için cezalandırmak gerektiğine inanırdım. Yanılmışım. Sonralarda affetmek için unutmak gerektiğine inanmaya başladım. Çok geçmeden anladım ki, bunda da yanılmışım. Şimdilerde affetmek için affetmeyi hiç düşünmemek gerektiğine inanıyorum.

Aşk üzerine yeniden…

Ağır ağır yürüyordum dar bir sokakta. Eskimiş, unutulmuş bir şarkı mırıldanıyordum. Küçücüktü sesim, ben bile zor duyuyordum. Sonra bir ses daha katıldı şarkıya, kanatlandı yüreğim. Sen orada, tam karşımda duruyordun. Kendiliğinden oldu her şey. 
Aynı şarkıya devam ettik kendiliğinden. Kendiliğinden tutuştu ellerimiz, öpüşlerimiz kendiliğinden. 
Bildiğimiz tüm şarkıları söyleyelim birbirimize diye suspus oldu gece kuşları. Uykuya daldı insanlar biz sarmaş dolaş yürüyelim diye. Nihayet bitti gece. Tüm dar sokaklar bitti. Bugüne kadar yazılmış bütün şarkılar. Güneşin doğuşu gibi, biz de kendi şarkımızı doğurduk seninle o gün, kendiliğinden.

Birliktelik üzerine…

Bugünlerde durmadan birliktelik kavramını düşünüyorum. Okuduğum her şey buraya varıyor. Girdiğim her kapı buraya çıkıyor. Attığım her adım bana bunu tekrar tekrar hatırlatıyor. 
Birliktelik, yani yaşamda bir arada olmak. Uyum. Kaynaşmak. 
Tüm insanlarla değil, tüm canlılarla, yaşamla kaynaşmak. 
Havaya karışan ekmek kokusu gibi dağılmak hayatın içine, oradan ciğerlere dolup taşmak, her nefesle dönüşüp, tekrar karışmak havaya. Tekrar ve tekrar. Dokunmak. 
Nasıl ki her birimiz ayrı kokulara sahibiz, nasıl ki ayrı parmak izlerine, ayrı nefeslere sahibiz. Nasıl ki her birimiz ayrı bilinçlere sahibiz, ayrı bedenlerin içinde, nasıl ki her birimiz yeganeyiz… Bunların hepsini çok iyi öğrendik elbette. Biriciğiz, özeliz, pek kıymetliyiz ama nasıl, neden yaşamla uyum içinde değiliz? Bize hayatı böyle öğretmedikleri için, birkaç harika kelime ile bize bunu çocuk yaşımızda anlatmadıkları için, muhteşem isimlerimizin anlamından önce bir karıncayiyenin ya da bir maydonozun yaşam üzerindeki öneminden bahsetmedikleri için çok kırılıyorum. 
Tabağındaki kuzunun iliğini sıyıran adam, köşede duran kediyi restorandan dışarı attırıp, “onları bu hayatta istemiyorum” diye homurdandığında, ona, yaşamak için önce yaşamın kendisine saygı duyması gerektiğini, dilerse karanlık bir odada kanepe kemirerek bu söylediğimi deneyimleyebileceğini anlatamadığım için çok kırılıyorum.

Yaşam üzerine…

Bir varmış, bir yokmuş. 
Uçsuz bucaksız evrendeki küçük bir çakıl taşı gezegeninde, kırk milyondan fazla canlı türü yaşarmış. Türlerden yalnızca biri olan insan, bu bilgiyle ne yapacağına hemen karar vermiş ve hiç vakit kaybetmeden, bu gezegendeki ömrünün bir deniz süngerinden, bir parazitten, bir kara kaplumbağasından, bir papağandan, bir ıhlamur ağacından, hatta bir plastik bardaktan daha kısa olduğunu bile bile, kendini en üstün, en akıllı, en güçlü canlı ilan etmiş. 
Bu zavallı tür, öyle kendini beğenmiş ki, yaşama hakkının yalnızca kendinde olduğunu, yaşadığı süre boyunca her şeyi yapmaya hakkı olduğunu, yaptığı her şeyde de haklı olduğunu savunup durmuş.
Tüm toprakları kendinin sanmış. Toprakların üzerinde yaşayan tüm canlıları kendinin sanmış. 
Topraktan çıkan her şeyi, yaşamın kendisine hediye olarak sunduğuna öyle inanmış, öyle inanmış ki, 
hayatta kalmak kaygısını tatminsiz bir zevke dönüştürüp, topraktan çıkan her şeyi yemeye çalışmış. Yalnızca kendine ve kendinden doğana tapınmış bu tür. Durmadan çoğalmış, çoğalmış, tüm gezegene yayılmış. Özgüvenini, arsızlığını, saygısızlığını yaymış tüm gezene. Ve nihayetinde öyle saldırganlaşmış ki, diğer canlılardan hırsını alamayıp, kendi türünü de yok etmeye başlamış. Yakmış, yıkmış. Ezmiş, bozmuş. Dövmüş, öldürmüş. Ta ki, kendini yok edene kadar. 

Yaşam üzerine…

Yavrucuğum, bu çemberin içi dışı bir. Neden hala bunu görmüyorsun?

28 Mart 2020 Cumartesi

Balık Kediyi Yedi



Düşmek üzerine…                  

Bugünlerde aklıma sürekli, nereden 
ne zaman duyduğumu hatırlamadığım şu diyalog geliyor,                                           
-Hey, neden gözlerin kapalı yürüyorsun?
-Tüm yolları ezberledim de ondan.
-Ama bir şeye takılıp düşebilirsin.
-Sorun değil, tüm düşmeleri de ezberledim.
Galiba maharet düşmemekte değilmiş diyorum sonra, engelleri görmekte, tanımakta, “ah işte şurada bir tümsek, ya yolumu değiştirmeliyim, ya da onun orada olduğunu görerek, önlem alarak dikkatlice geçmeliyim üzerinden” diyebilmekte. “Ve işte burada kötü niyetli bir insan, 
işte burada başarısızlık getirecek bir iş, 
işte şurada da kalbimi çok kıracak bir sevgili.” 
Tüm düşmeleri öğrenmek kaç zaman sürer ki?

Boşluk üzerine…

Bir gün bir roman yazacağım ve 
bütün sayfalarını boş bırakacağım. Kararlıyım, evet. 
Okuyanlar doldursunlar diye bir de kalem vereceğim belki, hediye. “İçinde yazanlar, yalnızca ve yalnızca 
senin hayal gücünle ve hatıralarınla ulaşılmış yegâne öyküler.” diyeceğim. “Lütfen, öylesine, çarçabuk yaz ve dikkatlice oku. Hece hece, uzun uzun oku, anla kendini. 
Çünkü bu hayatta anlaman gereken ilk şey bu…”

Ağrı üzerine…

Sanırım hayatımda ilk kez yüzüm bu kadar şişti. Eskiden olsa çok utanırdım. Şimdi buzlukta dondurduğum şişeyi yüzümde tutarak toplantıya yetişmem lazım. Mahallenin kedileri bir hastalığa kapıldılar aylar önce, zayıf olanlar teker teker öldüler. Kalanlarsa virüslü bünyeleriyle yaşamaya ve savaşmaya devam ettiler. Hayır, iyileşmediler. Hastalığı kandırıp yaşamayı denemeyi başardılar. 
Elimin altında tuttuğum defterlerden birine, 
“Ayağa kalkabiliyorsan yürü, yapabiliyorsan eğer koş. Bazı ağrılar dinlenince geçmez.” yazmışım. Öyle de yaptım. Ayağa kalktım ve ağrıyı kandırdım.

Özlemek üzerine…

Uyanmadım. Lütfen uyanmayayım. Şimdi tekrar uyuyayım ve bugün olmasın. Bunlar hiç yaşanmamış olsun. Lütfen.

Şaşkınlık üzerine…

Biraz önce yabani bir kediyi köşede sıkıştırıp göbeğinden öptüm. O kadar şaşırdı ki, yarım saat öylece baktı, “benim göbeğime biraz önce ne oldu?” diye.

Zaman üzerine…

Siz hala burada ne yapıyorsunuz? Bu geçen yıllar benim her yanıma çizgiler atarken, her yanımda izler dururken hala, sizde neden hiçbir şey yok? Merhaba, burada yıllar geçmiyor mu?

Aşk üzerine…

Sevdim. Tüm söyleyeceğim bu.

Sır üzerine…

Bir şeyler oluyor bu ara evrende. Etrafına dikkatlice bak. Bak, duy, hisset. Güneşe dön yüzünü. Gelen bütün hisleri kabul et ve dinle. Aramızda kalsın, tuhaf bir şeyler oluyor bu ara evrende.

Aşk üzerine…

Sadece sevdim. Doğrudan sevdim.  

Rüya üzerine…

Kalbim o kadar hızlı çarpıyordu ki, elinden tutup seni kalbimin içine götürdüm. Orada bir kedi vardı. Meğer o mırıldanıyormuş içerde. Sonra bir balık kediyi yedi. Sonra ben oradan çıktım ve balıkla seni içerde bıraktım. Kalbimin içinde.  

Korku üzerine…

Kaybetmekten o kadar korktum ki, kırıp, parçalayıp, her şeyi o an, kendi ellerimle…

Aşk üzerine son kez...

“Sevgilim, bugün senin en mutlu günündü biliyorum.
Biliyorum sevgilim, senin en sevdiğin şarkıydı biraz önce çaldığın.
En sevdiğin koltuktu oturduğun.
Gökyüzü, en sevdiğin şekildeydi. Bulutsuz, sakin. Yıldızlar serpilmişti her yana, titreşiyor, parlıyorlardı. Ay büyüyordu bir yandan ve ay ışığı altında oturmak bir insana ne kadar iyi gelirse, o kadar iyi geliyordu sana. Ve bu masa, senin en sevdiğin masaydı.
Ve bu saksı sevgilim, bu saksıyı sen seçmiştin. Durmadan anlatıyordun o günü ve onlarcası arasından bunu seçtiğin için övünüyordun kendinle biraz önce. Bu kitaplıklar. Bu kitaplar. Ve bu halı, biraz önce üstünde dans etmiştik. Ellerin belimde, ellerim boynunda. Eskiden ne güzel dans ederdik. Ve burada, biraz önce, tek bir beden olmuştuk dans ederken seninle. Eskiden ne güzel dans ederdik. Ve bunlar sevgilim, senin en sevdiğin perdelerdi. Biraz önce kenarlarını düzeltmiştin. Bu senin en sevdiğin tabloydu, biraz önce ona dalıp gitmiştik ikimiz de. Ben senin yokluğunu düşünüyordum o sıra. Karşımda değil, yanımda otursan nasıl cevaplanacağını bütün soruların. Sen, benim ne düşündüğümü tahmin etmeye çalışıyordun.
Bu kucağımda duran sevgilim, senin en sevdiğin minderdi. Küçükken sahip olduğun bir oyuncağı anımsatıyordu, ona sarılıp uyurdun yalnız kaldığın gecelerde.
Ve o konu, senin bahsetmekten en çekindiğin konuydu, biliyorum, benim biraz önce açtığım. Üzerine konuşmak istemiyordun. Kaçıyordun. Ben yine de, durup durup, aynı konuyu açıyordum.
Ve o kırdığın sevgilim, o benim en sevdiğim fincandı.
Ve o benim en sevdiğim tabaktı. Vazoydu.
Onlar, en sevdiğim kalemlerimdi, biraz önce öfkeyle dağıttığın.
Ve o yırttığın biraz önce, bizim en sevdiğimiz fotoğrafımızdı. İlk fotoğrafımızdı, yıllar önce çektiğin. 
Benim en sevdiğim, sendin sevgilim. Biraz önce. Ve o bağırarak çıktığın, küfürler savurarak çarptığın kapı, sevgilim, o evimizin kapısıydı. Her şeyden önce…”

Düşmek üzerine...

Yavrucuğum, bu dünyada yapayalnızız. Neden gözlerin kapalı yürüyorsun?




10.08.2018
Arnavutköy