29 Mart 2020 Pazar

Kendiliğindenlik Şarkısı





Zaman üzerine…                               

Yüzü, ruhu ve aklı birlikte olgunlaşan insanlar için zaman pek keyifli geçiyor olmalı. Ya da sadece yüzü olgunlaşanlar için. 

Hesaplaşma üzerine...

Düşün şimdi, hepsi bir odada toplanmış. Oturmuşlar bir toplantı masasının etrafında yan yana, seni bekliyorlar. Sen de nihayet gelmişsin, geçmişsin karşılarına. Hepsinin gözü sende, pür dikkat dinliyorlar. Diyorsun ki, “Afedersiniz ama ben sizi hayatımdan iyi ki çıkarmışım. Oh be!” Şimdi de açıyorsun pencereyi, açıyorsun kanatlarını, kuş gibi uçuşarak ayrılıyorsun o odadan. Bir düşünsene.   

Yansımalar üzerine…

Harika bir film izledikten sonra ya da bir kitabın tam ortasında, aynada kendinle karşılaşmak ne tuhaf. Başka biriyle doğrudan empati kurup, bir başkasının hikayesinde dolaştıktan sonra, içinde yaşadığın bedene yabancılaşmak, “Böyle bir şey vardı” demek kendi kendine.  “Ben vardım.” 

Aşk üzerine…

İnsan nihayet buluyormuş kendine en benzeyeni.

İnanç üzerine…

İnançlar sözlüğünü çok seviyorum. Hemen hemen herkesin bir tane var. Uğur böceğinin şans getireceğine inananla, kendiliğinden uyanınca gününün güzel geçeceğine inananı, önüne kuru bir yaprak düşünce özlediği birini arayanla, gözü uzaklara dalınca “gelecek var” diye çay suyu koyanı çok seviyorum. Öyle inanıyor ki buna, aksinin olması zaten mümkün değil.  

Aşk üzerine…

İnsan nerede görse tanıyormuş evini.

İletişim üzerine…

Neden durmadan konuşuyoruz? Neden sürekli bir şeyler söyleme ihtiyacı duyuyoruz? Hem de bu kadar çok kelime ile. Bu kadar kelime arasından arayıp bulup, nasıl en kırıcılarını seçebiliyoruz? Hiç konuşmadan, hiçbir şey söylemeden iletişim kurmaya çalışmak daha az kırıcı olmaz mıydı? Olmaz mı?

Şiir üzerine…

Ne zaman bir şiir yazmak gelse içimden, kalkıp kurabiye pişiriyorum.

Affetmek üzerine…

Eskiden birini affetmek için cezalandırmak gerektiğine inanırdım. Yanılmışım. Sonralarda affetmek için unutmak gerektiğine inanmaya başladım. Çok geçmeden anladım ki, bunda da yanılmışım. Şimdilerde affetmek için affetmeyi hiç düşünmemek gerektiğine inanıyorum.

Aşk üzerine yeniden…

Ağır ağır yürüyordum dar bir sokakta. Eskimiş, unutulmuş bir şarkı mırıldanıyordum. Küçücüktü sesim, ben bile zor duyuyordum. Sonra bir ses daha katıldı şarkıya, kanatlandı yüreğim. Sen orada, tam karşımda duruyordun. Kendiliğinden oldu her şey. 
Aynı şarkıya devam ettik kendiliğinden. Kendiliğinden tutuştu ellerimiz, öpüşlerimiz kendiliğinden. 
Bildiğimiz tüm şarkıları söyleyelim birbirimize diye suspus oldu gece kuşları. Uykuya daldı insanlar biz sarmaş dolaş yürüyelim diye. Nihayet bitti gece. Tüm dar sokaklar bitti. Bugüne kadar yazılmış bütün şarkılar. Güneşin doğuşu gibi, biz de kendi şarkımızı doğurduk seninle o gün, kendiliğinden.

Birliktelik üzerine…

Bugünlerde durmadan birliktelik kavramını düşünüyorum. Okuduğum her şey buraya varıyor. Girdiğim her kapı buraya çıkıyor. Attığım her adım bana bunu tekrar tekrar hatırlatıyor. 
Birliktelik, yani yaşamda bir arada olmak. Uyum. Kaynaşmak. 
Tüm insanlarla değil, tüm canlılarla, yaşamla kaynaşmak. 
Havaya karışan ekmek kokusu gibi dağılmak hayatın içine, oradan ciğerlere dolup taşmak, her nefesle dönüşüp, tekrar karışmak havaya. Tekrar ve tekrar. Dokunmak. 
Nasıl ki her birimiz ayrı kokulara sahibiz, nasıl ki ayrı parmak izlerine, ayrı nefeslere sahibiz. Nasıl ki her birimiz ayrı bilinçlere sahibiz, ayrı bedenlerin içinde, nasıl ki her birimiz yeganeyiz… Bunların hepsini çok iyi öğrendik elbette. Biriciğiz, özeliz, pek kıymetliyiz ama nasıl, neden yaşamla uyum içinde değiliz? Bize hayatı böyle öğretmedikleri için, birkaç harika kelime ile bize bunu çocuk yaşımızda anlatmadıkları için, muhteşem isimlerimizin anlamından önce bir karıncayiyenin ya da bir maydonozun yaşam üzerindeki öneminden bahsetmedikleri için çok kırılıyorum. 
Tabağındaki kuzunun iliğini sıyıran adam, köşede duran kediyi restorandan dışarı attırıp, “onları bu hayatta istemiyorum” diye homurdandığında, ona, yaşamak için önce yaşamın kendisine saygı duyması gerektiğini, dilerse karanlık bir odada kanepe kemirerek bu söylediğimi deneyimleyebileceğini anlatamadığım için çok kırılıyorum.

Yaşam üzerine…

Bir varmış, bir yokmuş. 
Uçsuz bucaksız evrendeki küçük bir çakıl taşı gezegeninde, kırk milyondan fazla canlı türü yaşarmış. Türlerden yalnızca biri olan insan, bu bilgiyle ne yapacağına hemen karar vermiş ve hiç vakit kaybetmeden, bu gezegendeki ömrünün bir deniz süngerinden, bir parazitten, bir kara kaplumbağasından, bir papağandan, bir ıhlamur ağacından, hatta bir plastik bardaktan daha kısa olduğunu bile bile, kendini en üstün, en akıllı, en güçlü canlı ilan etmiş. 
Bu zavallı tür, öyle kendini beğenmiş ki, yaşama hakkının yalnızca kendinde olduğunu, yaşadığı süre boyunca her şeyi yapmaya hakkı olduğunu, yaptığı her şeyde de haklı olduğunu savunup durmuş.
Tüm toprakları kendinin sanmış. Toprakların üzerinde yaşayan tüm canlıları kendinin sanmış. 
Topraktan çıkan her şeyi, yaşamın kendisine hediye olarak sunduğuna öyle inanmış, öyle inanmış ki, 
hayatta kalmak kaygısını tatminsiz bir zevke dönüştürüp, topraktan çıkan her şeyi yemeye çalışmış. Yalnızca kendine ve kendinden doğana tapınmış bu tür. Durmadan çoğalmış, çoğalmış, tüm gezegene yayılmış. Özgüvenini, arsızlığını, saygısızlığını yaymış tüm gezene. Ve nihayetinde öyle saldırganlaşmış ki, diğer canlılardan hırsını alamayıp, kendi türünü de yok etmeye başlamış. Yakmış, yıkmış. Ezmiş, bozmuş. Dövmüş, öldürmüş. Ta ki, kendini yok edene kadar. 

Yaşam üzerine…

Yavrucuğum, bu çemberin içi dışı bir. Neden hala bunu görmüyorsun?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder